11-18 MAYIS 2009 YUNANİSTAN GEZİSİ

Geziye katılan üyelerimizden Sayın Hasan AKAR'ın anılarını yayınlıyoruz:
Ankara Lozan Mübadilleri derneği üyeleri olarak 11- 18 Mayıs 2009 tarihleri arasında 7 gün 6 gece süren dedelerimizin yaşadığı ve “ah memleket, memleket” diye özlemle anarak, anlata anlata bitiremedikleri topraklara yaptığımız geziden dönüşümüzde hepimiz son derece mutlu ve huzurluyduk.

“Hoş geldiniz” diye arayan hemşerilerimiz yolculuğumuz hakkında bilgi almak için beni soru yağmuruna tutarken sorulan suallerden birisi de “ Nasıl bulabildiniz mi köklerimizi oralarda?” oldu!

Önce daha çok taze olan gezi izlenimleri ve yaşanılanların heyecanıyla pek fark etmemiştim sualin ne kadar anlamlı olduğunu. Daha sonra tekrar düşündüğümde fark ettim ne kadar derin ve anlamlı olduğunu. Acaba köklerimizi bulabilmiş miydik?. Gerçekten aradan geçen 86 yıl sonra hala köklerimiz duruyor muydu 400 sene bizim olan bu yerlerde. Cennet gibi yemyeşil köyleri gezerken şırıl şırıl akan dereler, çeşmeler, gövdesi iki insanın kollarıyla zor kavrayacağı kalınlıktaki ulu çınar ağaçları,kestane ve ceviz ağaçları, boyları 30 metreyi geçen servi ağaçları görmüştük bütün köylerde.


Evet bizim köklerimiz oradaki o ulu ağaçlardı. Bizden kalan bir eser var mı? acaba diye oradan oraya koştururken hep yıkılmış, viran olmuş evler, artık sadece temelleri kalmış olan camiler, sürülmüş üzerine ekin ekilmiş mezar yerleri göstermişlerdi bize şimdilerde oralarda yaşayan insanlar. Gerçi çok içten ve sıcak davranmışlardı bizlere. Onlar da daha önce dedelerinin yaşadığı Anadolu topraklarını özlüyorlardı. Aralarında Türkiye’ye gidip dedelerinin yaşadığı toprakları görenlerde vardı, bir çok köy kahvesinde açık televizyonlarda Karadeniz TV’nin izlendiği ve Türkçe türkü ve şarkıların dinlendiğine şahit olduk Bizim Türk olduğumuzu ve Türkçe konuştuğumuzu anladıklarında hemen yanımıza geliyordu Türkçe konuşmaya hasret kalmış yaşlı insanlar. “Sizi gördük canımız geldi” dedi bize yaşlı Lefteris.

İzlenim ve hatıralar çok fazla onun için en başından başlayalım anlatmaya..


Dede topraklarına yapılacak bu seyahatimizin güç de olsa planlanması ve gerçekleşmesinde büyük çaba ve emek sarf eden dernek başkanımız sayesinde yapılabildiğini belirtmek ve kendisine teşekkür etmek isteriz. Yolculuğumuz 11 Mayıs akşamı saat 22:30’da Cinnah caddesinde buluşulması ve uğurlamaya gelen yakınlarla birer hatıra fotoğrafı çekilmesini müteakip şoför, tercüman, seyahat şirketi sahibi ve 15 kişilik kafilemiz ile beraber toplam 18 kişilik WV minibüsün tam dolu olarak hareket etmesiyle başladı. Herkes de bir heyecan belirtisi var ama kimse belli etmiyor, az da olsa şüpheler alçak seslerle konuşuluyor.


Gece Düzce Berceste tesislerinde verilen molayı müteakip İstanbul’da şoförümüz değişti, sabah 06:10’da Tekirdağ Namık Kemal dinlenme tesislerinde verilen kahvaltı molası sonrası 07:00’da hareketle 08:10’da İpsala sınır kapısından Yunanlı gümrükçünün “ Pasaport aç, Foto” sözleriyle başlayan gümrük işlemleri 09:20’de tamamlandı ve Yunanistan’a giriş yaptık. Meriç sınır nehri yarısının Türk, yarısının Yunan (Hellas ismini kullanıyorlar Grek değil) olduğunu söylüyor rehberimiz.

Otobana girmeden eski yol üzerinden “Ferecik’in” yanından geçerek otobana girdik ve yakınında ufak bir hava alanı bulunan “Dedeağaç’a ‘(Alexandropolis) ulaştığımızda saat 09:55 olmuştu. Burada durmadan devam ederken yol kenarlarında zaman zaman gördüğümüz 1 metre boyunda 40 x 40 cm ebadında ufak baca şeklinde içinde mum yanan küçük kilise maketleri dikkatimizi çekmişti Rehberimiz bunların oralarda meydana gelen trafik kazalarında ölenlerin anılması maksadıyla konulduğunu açıkladı. Sınırdan girdiğimizden itibaren Gümülcine’ye (Komotini) gelene kadar yolun sağ tarafında yoldan 2,5 - 3 Km kadar içeride Rodop dağlarının eteklerinde yerleşmiş yemyeşil ovalara bakan kırmızı kiremit kaplı köylerin bazılarında gördüğümüz minarelerden bunların Türk köyü olduğu anlaşılıyordu. Bazı köylerde ise hem minare hem kilise çan kulesi var. Rehberimiz bu köylerin isimlerinin “ Çepelli, Kozlardere, Yanarlı, Yıldız, Ayazma ve Yalımlı olduğunu söyledi. Yolun sol tarafında ise daha çok Rum köyleri olduğunu öğreniyoruz. Tabii sol tarafta da güzel manzaralar var hatta Ferecik - Dedeağaç arasında sol tarafa bakarsanız denizi seyrederek güzel manzaralar görebiliyorsunuz..


Saat 11:05’te Gümülcine’ye geldik. Nüfusu 40 bin civarında bir il ve il nüfusunun % 45’i Müslüman, kırsalda yaşayan nüfusun ise % 55’i Müslüman Türk imiş. Burada ibadete açık çok eski ama çok bakımlı bir cami var. Camiyi ve yanındaki mezar taşlarını resimledikten sonra Batı Trakya müftülüğünü ziyaret ettik. Orada yaşayan soydaşlarımızla konuştuk. İlk heyecanlı ve duygulu fotoğraflar burada çekilmeye başlandı, yakınımızdan bir papaz geçti, sokakta Türkçe konuşan soydaşlar var. Buradaki Türkler kafilemizi sıcak karşıladı, ağaçların gölgesinde bir kahvede oturup hasret giderici sohbetler edildi. Rodop dağları buradan da görünüyor, bu dağların hemen arkası Bulgaristan toprakları imiş. Seçilmiş ve atanmış olmak üzere iki müftülük var burada. Yunan hükümeti kendi atadığı müftüyü kabul ediyor ama Müslüman halk kendi seçtiği müftünün etrafında yer alıyor. Çoğunluğu Müslüman Türklerin oluşturduğu bu şehir hakkında benim edindiğim izlenim Avrupa birliği üyesi olan bir Yunan şehri olmasından ziyade bir orta Anadolu kasabasına benzemesiydi.

Gümülcine’de iki saat kaldıktan sonra yol üzerinde verdiğimiz molada öğle yemeklerimizi yedik ve 13:45’te hareketle saat 14:15’te Kavala’ya ulaştık. Gümülcine’den Kavala’ya doğru giderken solumuzda Taşoz adası , yine solumuzda Sünnetçi, Arabacı, Dingler, Gökçeler, Koyunlu Müslüman Türk köyleri neredeyse birleşmiş gibi sıralanmaktalar. Her taraf yemyeşil. Şimdi Karasu (Nestos) nehri var ve mübadelede sınır kabul edilen bu nehirden sonra Türk köyü yok. Karasu Taşoz adası hizsından denize dökülüyormuş..

Kavala antik adı Neapolis – Yenişehir. Şehir çok güzel, özellikle tepeden bakınca koyu bir deniz ve plajı Amasra gibi. Eski Kavala bir tepe üzerinde kurulmuş, İstanbul Fatihteki su kemerleri gibi şehre su kemerleri ile su getirilmiş. Bu kemerlerin Roma döneminde yapıldığı söyleniyor bir bölümü mevcut. Yeni Kavala da 2 tepenin üzerinde kurulmuş, 3 güzel koy’u hakimiyetine alan temiz bir şehir. Eski Kavala sokaklarında olduğu gibi bırakılmış “Kayı sokak” “Uzun sokak” gibi Türk isimleri okudum. Harika bir panaromik Kavala turu ile tam tepenin üzerinde yer alan Mehmet Ali Paşa’nın at üzerindeki kılıçlı heykeli gerçekten görülmeye değerdi. At evine doğru dönük arkasında deniz ayaklarınızın altında çarşaf gibi serilmiş. Heykelin hemen yanında iki çan kuleli bir kilise var. Kapısının solunda kilise bayrağı, sağında ise üzerinde çift başlı kartal olan sarı renkli ekümenlik bayrağı duruyor. Bu bayrak kilisenin Fener Rum Patrikhanesine bağlılığını ifade eden ekümenlik bayrağı imiş. Tepenin tam ucunda duruma her zaman hakim bir deniz feneri var. Aşağıda uzun bir dalgakıran ve üzerinde gemilerin bağlı olduğu iskeleler ile liman görülüyor. Burada gezmeye ve ziyarete gelen bir çok insanla karşılaştıktan sonra gecelemek üzere Nefeli otele yerleşiyoruz.

Nefeli otelinin sahibi 86 yaşındaki “Eleni” hanım “Bor”dan mübadele ile gelen bir bayan. Türkçe biliyor ve Türkiye’yi sevdiğini söylüyor. Eleni hanımın iki kızı varmış, birisi bir Bulgar ile evli olduğu için hiç memnun değil. Mübadelede Bor’dan arabalarla Mersin’e oradan Atina’ya gelmişler oradan da Kavala’ya gelmişler. Mübadele öncesinde köylerinin en zenginini para verip Atina’da bir arada yaşamaları için yer alsın diye göndermişler ama alınan yeri beğenmemişler.

Kavala’da otele yerleştikten sonra deniz kıyısını ve şehri dolaşıyoruz. Sahil çok güzel, denizde yüzenler var hatta bizden bir arkadaş ta denize giriyor. Sahilde dolaşırken “Eyüp” “Ercan” ve “Hüseyin” isimli gençlerle konuşuyoruz. İskeçeliler ve Kavala’da öğrenim görüyorlarmış, hayatlarından memnun olduklarını söylediler.


Şehir içinde dolaşırken bir saatçi dükkanının önünde bizim Türkçe konuştuğumuzu duyan dükkan sahibi “Hacı Anastas” bizi dükkanına çağırdı ve “İki yıldızı vardı” dediği Osmanlı zabiti kıyafeti ile çekilmiş dedesinin resmini gösterdi. 1914 senesinde annesini alıp İstanbul’dan Atina’ya gelmiş. Hacı Anastas çok az Türkçe biliyor ama konuştukça açıldı çok mutlunoldu bizimle konuştuğuna ve Kozana’ya gideceğimizi öğrenince oradaki tanıdığı bir avukat arkadaşının telefonunu verdi Ertan beye bize orada yardımcı olması için.

Otelde toplanıp akşam yemeği için tur sahibi tarafından önerilen iki alternatiften 25.00 Euro tutarındaki deniz ürünlü olanına 12 kişi katıldık. Yemek güzeldi ama bize çok pahalı geldi.gece saat 10 civarında yemek sona erdiğinde biz masadan kalkarken asıl yerli müşteriler daha yeni doldurmaya başlamışlardı masaları.
Bir Kavala gecesi olarak tekrar sahilde bir tur attık ve otele döndüğümüzde Eleni hanım orada bizi bekliyordu. Biraz daha sohbet ettikten sonra artık 24 saati geçen yolculuğumuzun yorgunluğuna daha fazla dayanamadık ve istirahata çekildik.

13 Mayıs Çarşamba günü sabahı iyi bir uyku çekmiş ve dinlenmiş olarak uyandıktan sonra açık büfe kahvaltıyı müteakip 09:05’te otelden ayrıldık. Şehrin çıkışı inişli- yokuşlu olup evler temiz, özellikle balkonları rengarenk çiçek saksıları ile süslü ve özenle yerleştirilmiş. Binaların hepsi aynı bej renginde. Şehrin arkası yüksek dağlarla çevrili, dağda şehre hakim bir tepede büyük bir haç görülüyor, gece de burası ışıklandırılmıştı. Öğrendik ki Yunan şehirlerinin hepsinin koruyucu bir azizi ile bu azize ait bir kilise veya Şapel (küçük kilise demek) olurmuş ve tepedeki haç ile azizin bu şehri koruduğuna inanılırmış.
Kozana’ya doğru otobanda yol almaya başlıyoruz. Otoban temiz ve çok güzel her tarafta sapsarı katırtırnakları ve rembetiko müzik bize eşlik ediyor. Etraftaki tabiat yemyeşil, yol boyunca bahçecilik yapıldığı anlaşılıyor. Aynaroz bölgesinden geçiyoruz, burası dini açıdan önemli bir bölge imiş ve papaz yetiştirme yeri olan bu bölgeye kadınların girmesi yasakmış. Yolumuz denize paralel bir şekilde devam ediyor, açık deniz karaya çok dalyan yapmış, çok ileride karla kaplı dağların siluetlerini görebiliyoruz.

Langaza kentinin yanından geçiyoruz. O kadar güzel ve verimli ovalar var ki tarifi mümkün değil. Dağ, ova, göl tekrar dağ tabiat cömert her taraf yeşil. Büyük yerleşim yerlerinin yanından geçiyoruz (Langaza – Kılkış)

Langazadan yol bizi dağlara çıkardı. Sola Selanik yoluna sapmadan ormanlarla kaplı dağlardan geçiyoruz. Tabelalarda Atina, Selanik, Makedonya, Kozani isimlerini görüyoruz, dağlardan inince bizim “Söke “ ovası gibi geniş ve verimli topraklar görüyoruz. Şimdi her taraf yeşil ve düz, sol tarafımızda “Olimpos” artık net görünüyor. Biraz sonra “Küçük Balkan” denilen bölgeye gireceğiz. Tabeladan “Kozani” okuduk.

Otobandan ayrılıp kafilenin ilk görmek istediği ve arkadaşımız Kamil Bey’in dedelerinin köyü olan “İshaklar” köyüne gidiyoruz. Dağların yeşilliği azaldı, eski Türk köyü nasıl, ne imiş, şimdi ne var, nasıl karşılanacağız? derken heyecan dorukta! Burası küçük bir köy, eskilerden hiçbir şey kalmamış, evler yeni ve bir kahvenin önündeyiz.

Ortada bir kilise kesişen iki sokak dağ eteğinde bir köy burası. Arabadan inince bize “hoş geldiniz” dediler. Yaşlılar Türkçe biliyor, ana – babaları Türkiye’den geldiğinde Türkçe konuşuyormuş. Rumca burada öğrenmişler. Bizi görünce bir papaz da yanımıza geliyor, hayret oda Türkçe biliyor. Resim çekmeler, sağa sola bakmalar derken oturup konuşmalar başlıyor. Burada yaşayanlar Trabzon Maçka’dan gelmişler. Buraya 8 yaşında gelmiş olan yaşlı bir amca geliyor kahveye, daha önce “Vaizoğlu” olan adı “Trikopilos” olarak değişmiş. Babasının adının “İbrahim” olduğunu ve dedesinin Müslüman olduğunu söylüyor bize komşularından saklayarak. Papaz bizi evine davet etti ve anasonsuz uzo teklif etti ama gitmedik. Bu arada bu köyün eski adının “Dörtdallı” (veya Dortallı) olduğunu öğrendik. İshaklar hemen yanında biraz daha yukarıda imiş. Oraya hareket ettik.
Köyde bizi bir iki sakin karşıladı, biraz Türkçe biliyorlar. Trakya “Barbarosa” köyünden geldiklerini söyleyen “Nikos” ve “Eleni” adlarındaki yaşlı karı-koca ile Karaburun’lu olduğunu söyleyen yaşlı biri bize çok ilgi gösterdi. Eski bir ev aradık ama kalıntısı bile yok, sorduğumuzda yakın bir zaman kadar eski bir evin durduğunu, zaman zaman gelenlerin bu eve baktıklarından rahatsız olduklarını ve yıkıp yerine garaj ve kamelya yaptıklarını söylediler. Yaşlı Nikos ile Eleni önceki yıl gelen Kamil Bey’in oğlunu tanıdı resmini görünce ve bahçesinde ekili patates, soğan, marul, sarımsak, bakla bitkilerinin arasından bir kürek getirdi Kamil Bey’e Türkiye’ye götürmek üzere toprak alması için. Fotoğraflar çekip buradan ayrılıyoruz.


Sofular (Kapnatorion) köyüne geldik. Osman Bey’in annesinin dedesi ile Ertan Bey’in annesinin babası bu köydenmiş. Şahlar-Bucak Bektaşi tekkesini bulmak için dedelerinin Adapazarı’ndan geldiğini söyleyen yaşlı “Tassos” amcayı arabaya alarak yola çıktık. Tekke dağların yamacında aşağı ovaya ve köye bakıyor, şimdi yerinde kilise var. Tekkenin yanındaki su sarnıcı hala duruyor, kemerli sıfır kotunda yapılan bir yapı. Sarnıcın hemen yakınındaki eski ev kalıntılarını soruyoruz. Trabzon’dan gelen Lazların buraya 7 ev yaptıklarını ama sonradan bırakıp gittiklerini söylüyor. Daha sonra tekke ile ilgili bir hikaye anlatıyor. “Tekkenin çevresinde ulu badem ağaçları varmış. Bir gün yaşlı bir kadın torunu ile beraber inek otlatırken ineğin ayağı bir çukura giriyor ve çukurda içi altın lira dolu bir küp buluyor. Torunu ile beraber altınları eteklerine dolduruyorlar. Daha sonra altın aramak için tekkenin her tarafı kazılıyor ve bundan sonra da badem ağaçları kuruyor”.

Tekkeden sonra Sofular köyüne döndük. Kozana’ya giderken Rahmanlı ve Karacalar köylerini göreceğiz. Karacalar Osman Bey’in babaannesinin köyü imiş. Dedeleri Karaman’dan buraya gelirken Karacalar köyü camisinin kitabesini de getirmişler, mübadele ile giderken de Niğde’ye taşımışlar. Karacalarda durmadan Rahmanlar üzerinden Serfice’ye gidiyoruz.

Serfice’ye doğru yol alıyoruz. Arkasını dağlara vermiş “İncekara” baraj gölüne bakıyor. Baraj gölünün kenarından ve ortasından yapılan uzun bir köprüden geçen yolumuza devam ediyoruz. (İncekara; Vodina’dan doğup Selanik yakınlarından Ege’ye dökülen bu nehri ve üzerindeki köprüyü Yb. Bekir Fikri’nin Balkan savaşı hatıralarını anlattığı “Grebene” isimli kitabı okuyanlar çok iyi hatırlayacaklardır). Baraj gölünde pelikan, turna, kaz gibi birçok kuş türlerini görüyoruz.

Saat 14.15’te göle 5 dakika mesafedeki Serfice’ye geldik. Kozana’ya bağlı bir ilçe olan Serfice’de vakit öğleden sonra ve tüm iş yerleri kapalı, sokaklarda kimse yok. Güzel bir öğle yemeği yedik diyemeyeceğim çünkü daha önceden fiyatlar hakkında bir fikrimiz olduğundan sadece salata, ekmek ve su bile 6.50 Euro tuttu. Evet, unutmadan yazmakta fayda var kahve, lokanta, cafe gibi yerlerde bayanlar çalışıyor. Dağın eteklerinde kurulmuş bu kasaba 2- 3 katlı, çoğu bahçe içinde göl manzaralı evlerden oluşuyor.

Saat 16’da Kozana’ya gitmek üzere ayrılıyoruz. İlk gece Kavala’da kalmıştık ikinci gece Kozana’da kalacağız.. Geldiğimiz yoldan geri dönüyoruz ve yine baraj gölü üzerindeki uzun köprüden geçerek ve güzel manzaralar seyrederek sola dönüp yolumuza devam ediyoruz. Göle çok yakın Ertan Bey’in annesinin baba köyü Heybeli/Emüllü köyüne geldik. Burası çok gözel bir yer sanki kartpostaldan kopya edilerek yapılmış veya kartpostal yapmak için inşa edilmiş gibi şirin bir yer. Köyün meydanında ulu çınar ağaçlarının bulunduğu bir park var ama ot bürümüş kullanılmıyor. Çınar ağaçlarının hemen yanındaki bir kahvede oturduk. Burayı işletenler Samsun Bafra’nın Saracuklu diye bir beldesinden gelmişler. 71 yaşındaki İlyas amca iyi Türkçe biliyor ve çok genç duruyor. Ertan Bey Memülü, köyünü soruyor. Bizim bulunduğumuz Heybeli/Emüllü köyünün hemen arkasında yer alan dağların eteklerinde olduğunu ve yanında Parpayan, Mandıra, Acıbadem gibi başka küçük eski Türk yerleşim yerleri olduğunu söylüyor İlyas Bey. Ertan Bey bu köylere gitmek üzere İlyas amcayı rehber olarak alıyor ve seyehat ettiğimiz arabayla Osman ve Sedat Beylerle beraber yola çıkıyoruz, ama dağa çıkan yokuş yolun yarısında araç biraz zorlanınca orada bırakıp onlar yaya olarak gidiyorlar biz İlyas amca ile geri dönüyoruz. Yokuş aşağı köye geri dönerken karşıda İncekara nehrinin arkasında görülen dağların Parpayan dağları olduğunu, buradan görülen dağ köylerinden ikisinin “Üsküler” ve “Parpayan” isimli eski Türk köyleri olduğunu diğer köylerin ise “Haşot/ karışık” dedikleri ve daha çok “Vlah” çobanların bulunduğu köyler olduğunu söylüyor İlyas amca. Köyde kalanları kahvede yaşlı “Anatolya” teyze ve kocası ile sohbet ederken bulıyoruz.

Akşam üzeri bu köyden ayrılıp hep birlikte Rumeli türküleri söyleyerek yola devam ediyoruz. Bazen bir sessizlik oluyor herkes kendi iç dünyasına çekiliyor.
Kozana’ya geldik. Büyük bir yerleşim merkezi. Aracımız dar ve ince yollardan geçerek şehir dışındaki otele geliyoruz. Otel güzel ve sakin lobide oturupsohbete koyulduk. Kaldığımız bu otelin adı da “Nefeli”.

Burada bizi karşılamaya gelen “Niko”’nun dedeleri Gümüşhane’den gelmiş. Niko mimar ve şehir plancısı, iyi Türkçe biliyor, hem şen hemde sakin ve durgun bir insan. Daha sonra “Dimitri” geldi. Aktif pozitif bir insan. O da Türkçe biliyor dedeleri Yalova Çınarcık’a bağlı Elmalı diye bir köyden mübadele ile gelmiş. CHP Yalova milletvekili “Muharrem İnce’yi tanıyor. Her ikisi de bizimle çok yakın ilgilendiler. Otelin önünden bize Şahinler ve Küçükmatlı köylerini gösterdiler, buraya çok yakın, sohbet koyulaştı, çaylar içildi, tabii poşet çay, demleme çay en son Gümülcine’de içilmişti.

Otelde akşam yemeği yedik. Tur sahibi menüde köfte ve ızgara tavuk var dedi, ama köftede domuz eti var karışık deyince herkes ızgara tavuk yedi. Mersin’in “kırıntı” denilen tavuk yemeğine benziyor ama çok lezzetsizdi.

Tur sahibi akşam 1,5- 2 saatliğine Kozana’ya gideceklerini varsa gitmek isteyenleri götürelim dediler ama kimse gitmedi. Bu arada Dimitri Dağıoglu adında bir avukat daha geldi. Onun da dedeleri Yalova Çınarcık’tan gelmiş. 1970-1972 yıllarında İstanbul hukuk fakültesinde okumuş iyi Türkçe biliyor.
Niko ve Dimitri Beyler akşam grubu bir kafeye davet ettiler. Bayanlar otelde kaldı. Bizi kendi arabaları ile “Kaleobası” köyünden geçirerek Şahinler’de bir kahveye götürdüler. Harika bir ziyafet sofrası. Duvarda kemençeler asılı televizyonda Karadeniz TV izleniyor. Ama en büyük sürpriz biraz sonra elinde bizim bağlamaya benzeyen “Buzuki” adlı sazla “Sakis” adında bir genç geldi. Türkiyede Erdal Erzincanlı’dan ders almış ve Anadoluyu dolaşmış. Alevi türküleri dâhil bütün orta Anadolu ve Ege ne aklımıza gelirse hepsini çaldı. Hep beraber türküler, şarkılar söylendi içkiler içildi oyunlar oynandı. Niko mandoline benzer bir sazın eşliğinde çok güzel bir sirtaki oynadı. Dimitri ölünce Elmalı’ya gömülmek isterim dedi. Gece saat 03’e kadar eğlence devam etti, bizi tekrar arabaları ile otelimize bıraktılar.

14 Mayıs Perşembe günü sabah kahvaltıdan sonra 09.00’da otelden ayrıldık ve Kozana müzesini gezmeye gittik. Otel sahibi ve Niko bize randevu almışlar müzeyi gezmemiz için. Harika bir müze gezisi resimler şekildi, Kozana meydanı ve saat kulesi gezildikten sonra 10.45 civarında Küçükmatlı ve Büyükmatlı ile Şahinler’e gitmek üzere yola devam ettik. Bu üç köy birbirine çok yakın.

Küçükmatlıya giriyoruz, yine bir dağın güney eteğine kurulmuş küçük bir yerleşim yeri. Eski ev yok, burada da eskiye ait bir şey yok. Buranın sakinleri Bursa Kestel’den ve Sinop’tan gelmiş aileler. Türkçe biliyorlar, kadınlar bizi karşıladı, pek erkek yok, çocuk hiç yok. Bizleri görünce duygusallaşıyor ve sıcak karşılıyorlar, Türkçe konuşurken eskiyi veya büyüklerinden dinlediklerini hatırlıyorlar. Birkaç isim: Katerinea, Triokola, Ristana, Yorgia. Bunlar yurt dışında çalışıp emekli olmuş. Gençler çiftçilik yapmıyor fabrikalarda çalışıyormuş.


Uzaktan tepeleri ve kırmızı kiremitli evleri görünen köye, Şahinler’e geldik. Eski evlere benzeyen restore edilmiş bir ev gördük resimledik, ev sahipleri güler yüzlü ve mütevazı kişiler Niko’nunda akrabasıymışlar. Tabii Niko’da yanımızda. Bize evi gezdirdiler. Bu köylerdeki eski mezarlıkları sorduk, yerini gösterdiler, fatihalar okuduk ama ne mezarlardan nede mezar taşlarından eser var, mezar yerleri şimdi tarla olmuş üzerine ekin ekmişler. Bu köylerin nüfusu 150–200 kişi civarında. Niko’nun evi gezildi, muhafaza edilmiş eski mezar taşlarının resimleri çekildi. Saat 13.05’te Kesriye’ye gitmek üzere ayrıldık. Tabelada Kastorya 53Km yazdı.


Şahinlerden ayrıldıktan sonra saat 13.45’te Rupişta’ya geldik. 9.000 nüfuslu bir kasaba, orta yerinde kartal başlı bir heykel var. Türkler zamanında küçük bir kasaba iken göç alınca gelenlere fazla toprak vermek için büyütülmüş. Türk mahallesini sorduk hatırlayanlar tarif ettiler. Gittik, birkaç eski ev bulduk, bazısı kullanılmıyor, bazısı halen kullanılıyor, resimledik. Tepe mahallesi ve Dere Mahallesi diye iki mahallesi varmış. Cami yıkılmış yeri boş duruyor. Rupişta şimdi büyük bir yerleşim alanı olmuş. Burada pek ilgi göremedik, saat 14.45’te ayrıldık.

Kesriye’ye doğru yol almaya başladık, hemen Kastorya gölü göründü. Epey büyük bir göl. Gölün kenarından ana yolda ilerliyoruz. Gölün öbür tarafında ve bu tarafında yerleşim alanları var. Her tarafta kürk ve kürkçülükle dolu ilanlar var. Kastorya/Kesriye şehri gölün kuzey tarafında dağ eteğine yerleşmiş, tam orta yerinde göle doğru ormanlarla kaplı yarımada şeklinde girintisi olan hilal şeklinde bir yerleşim alanı. Göl manzaralı evlerin hemen arkasında dağlar var. Otele gelmeden göl kıyısında rabadan inerek bir gezinti yaptık. Arabayı park ettiğimiz yerde kendi yetiştirdiği bakliyat ürünleri satan dedeleri Giresun’dan gelmiş bir satıcıdan 5 Euro’ya 2 kg pilakilik iri kuru fasulye satın aldım.

16.00 da “Kastorya Bizantium Hotel”e yerleşiyoruz.

16.30’da Mavrova’ya gidiyoruz. Gölün tam karşısında Kesriye’ye bakıyor. Buraya gemi ile de gidiliyormuş ama biz karadan araba ile gittik. Mavrova da göl kıyısında küçük şirin bir yer. Harika manzara var. Göl biraz koyu renkli ve pis gibi duruyor olmasına rağmen burada da bol miktarda pelikan, kaz, ördek, karatavuk gibi su kuşları var. Otele dönerken hep beraber Mavrova türküsünü söylüyoruz büyük bir coşkuyla.

Mavrovadan aldım sümbül üç okka nohut
Al beni sar more de sümbül yanında uyut
Gel yanıma gir canıma ayletme beni
Yedi da sene mapısta yatsam alacam seni
Mavrovada çıktım sümbül üç gün eğlendim
Üç günün sonunda kimi beğendin
Gel yanıma gir canıma ayletme beni
Yedi da sene mapısta yatsam alacam seni
Mavrovadan aldım sümbül bir okka biber
Kaza da kaza gezdim de sümbül yok senden dilber
Gel yanıma gir canıma ayletme beni
Yedi da sene mapısta yatsam alacam seni

Akşam gül kenarında oturduk, kaldığımız otele yakın bir yerde bir bayanın tek başına işlettiği lokantada çok güzel sohbet eşliğinde yediğimiz yemekte menü alabalık ve salata ağırlıklıydı.

15 Mayıs Cuma günü güzel bir kahvaltıdan sonra 09.00’da gezi planımız gereği“Oşeni’ye” gitmek üzere otelden ayrıldık. Şehir içindeki yol çalışması nedeniyle biraz ara sokaklarda dolaşmamız bizim tesadüfen Türk mahallesinden geçmemizi ve bir çok Türk evini görmemizi sağladı. Şehir çıkışında Ertan Bey’in alerjisi için bir eczane bulup ilaç aldık. Geldiğimiz göl kenarındaki yoldan şehri terk ediyoruz. Şehirin arkasındaki sağı aştığımızda bayağı büyük bir ova ile karşılaştık, fakat okadar çok yerleşim alanı var ki. Aziz Pazar köyünden sonra Erdem Beyin dedelerinin köyü “Oşeni” ye girdik. Engebeli denebilecek bir arazi üzerine kurulmuş, küçük caddesi üzerinde 5-10 adet kahvehane olan ve lüks arabaları göze çarpan bir yer. Herkes kahvelerde bayanlar girip çıkıyor ve her yerde olduğu gibi burada da bayanlar garsonluk yapıyor. Selam verip üçgen bir alanda duruyoruz, laz müziği geliyor etraftan. Türkçe bilenlerle konuşmaya başlandı. Trabzon ve Ordu Ünye-Fatsa taraflarından mübadil olarak gelmişler. Vizon kürk üretim ve ticareti yapıyorlarmış. Burada Ünye’den gelenler çoğunlukta imiş ve şehrin Rumca adı olan İnoi = Ünye demekmiş. Nüfus 1000 civarında imiş.

Burada 70 yaşlarında “Lefter” ile tanıştık. Torunu 30’lu yaşlarda, Almanya’da doğmuş, onun adıda Lefter, kemençe çalıyormuş. Grupla çok ilgilendi ve bizi Türk mezarlığına götürdü. Gerçi burada da eski mezarlıklar buğday tarlası ama, Ayrılırken bizlere söylediği! “Sağ olun, bana can verdiniz, canıma can kattınız, güle güle gidin” cümlelerini sıralarken ağlıyordu.

10.50 Gırleni’ye doğru hareket ediyoruz. Arnavutluk sınırına yaklaştık. Buraları bizim Karadeniz bölgesine benziyor, yollar dar, coğrafya dağlık inişli, .

10.50 Gırleni’ye doğru hareket ediyoruz. Arnavutluk sınırına yaklaştık. Buraları bizim Karadeniz bölgesine benziyor, yollar dar, coğrafya dağlık inişli, yokuşlu, her taraf yeşil, ormanlık alanlar çok. yola devam ediyoruz. Yol önce Revani’ye ayrıldı, çok uzak olmayan dağlarda hala kar görülüyor. Yol kenarındaki vizon yetiştirme çiftliklerini sera zannediyoruz. Revani Türkçe’nin yoğun konuşulduğu bir yer. Kesriye’de akşam yemek yediğimiz restoran’ın sahibi olan ”Kiryaki” hanımın akrabaları burada yaşıyormuş. Telefon edip bizimle ilgilenmelerini söyleyince arabamız durduğunda Kiryaki’nin tanıdıkları, akrabası, köylüler, derken iki de papaz bizi karşılamaya geldiler. Konuşulmaya başlandı

Revani 400 kişilik bir nüfusa sahip küçük bir yerleşim alanı. Trabzon, Sinop-Gerze’den gelen mübadillermiş. Papaz “Papa Petro” grubumuza çok yakın ilgi gösterdi, evinde misafir etmek istedi, çevreyi gezdirdi. Belediye başkanı konumunda ancak buradaki birbirine yakın 4 yerleşim yerinin idari yönetim başkanı olan Bayan “Litsa” bizimle çok ilgilendi. Bu hanım Kesriye’deki restoran sahibi Kiryaki hanımın akrabasıymış.

Papaz, belediye başkan yardımcısı bayan ve başka bir papazla birlikte Gırleni’ye doğru yola çıktık. Yine incecik yollar derken Gırleni’ye giriyoruz. Burası küçük bir köy, kahve gibi bir yere oturuyoruz. Kafile arkadaşımız Erkan Hoca’nın dedelerinin yaptırdığı çeşmenin yerini buluyoruz. Suyu çok güzel, daha evvel parayla alıp tükettiğimiz boş şişeleri bu suyla dolduruyoruz. Etraftan gelenler ve Türkçe konuşanlar çoğalıyor. Bu arada yine bir “Lefter” ile tanışıyoruz, sohbet ilerliyor, başkan Ertan bey kahvehane sahibi bayanla milleti oynatıyor.

Derken kahvede masalar kuruluyor, yemek içki derken Osman Bey papazı yoldan çıkarıp şarkı söyletmeye başlıyor. Papaz zaten dünden hazırmış, cüppesini gösterip “ bunu giydikten sonra bize değer vermeye başladılar. Ben papaz olmadan evvel 15 sene şarkıcılık yaptım” dedi ve “ siz belki bilmezsiniz çok eski bir uzun hava, Babuş türküsünü söyleyeyim” deyip “Pencereden kar geliyor, aman annem gurbet bana zor geliyor” diye başladı ve türkünün sonunda hikâyesini de anlattı. Papazın sesi ve yorumu gerçekten çok güzel.

Sohbet epey ilerledi, papazın şarkıları bitmiyor, bizler de koro halinde eşlik ediyoruz. Bizim bildiğimiz, papazın bildiği bütün şarkılar söylendi, yarı Türkçe yarı Yunanca, hele “Benim güzel manolyam” şarkısından sonra ağlayanlar bile oldu. Ayrılma vakti geldiğinde papaz, “Sohbetiniz bol olsun, mezeleriniz tatlı olsun ama yolunuz da açık olsun” diyerek bizi uğurladı.

16.15’te vedalaşıp Selanik’e gitmek üzere hareket ediyoruz. Revani’nin içinden geçip otobana çıktık. Tabelada Kozana 80 km yazdı. Küçükmatlı, Şahinler, Tekkeköy, İshakları selamlayıp geçiyoruz. Büyük bir ırmak üzerinden geçip Selanik’e doğru yol alıyoruz. Buralarda pirinç tarlaları var. Erdem Bey Selanik tarihi hakkında bize bilgi veren bir konuşma yaptı ve bir metin okudu.

Akşama doğru 19.30 sularında Selanik’e giriş yaptık. Oldukça büyük bir şehir, nüfusu 2 Milyonun üzerinde ve Atina’dan sonra ikinci büyük şehirmiş. Binalar 7–8 katlı ve beyaz renk hakim, renkli bina yok gibi.

1900 Yıllarında nüfus Türk ve Yahudi imiş. Osmanlı çekildikten sonra Yahudiler de kovulmuş, şimdi nüfus Rum olmuş. Avrupa Birliği Yunanistan’ı da içine alınca şehre Bulgar’larda gelmiş. Balkanların denize açılan en büyük liman kenti olduğundan tarihte bu şehir için çok savaşlar yapılmış. Şehir bizim İzmir kentimize çok benziyor. Uzunca bir sahil şeridine sahip, beyaz kule ve eski liman şehrin, ortasında kalmış. Çöp arabalarının arkasında “çöp toplayıcılar” görevli bayanları görünce şaşırdık. Selanik bana Atatürk’ü hatırlatmasının dışında bir şey söylemiyor. Bey hamamının dışında eskiye ait hiçbir şey yok gibi. Sanki bu şehir 500 küsur yıl Türklerin hakimiyetinde kalmamış, mezarlar bile yok edilmiş ki rehberimize bize kilise gezdirmek yerine Türk mezarlıklarına götürürsen ecdadımızın ruhlarına fatiha okuruz dediğimizde yerlerini bilmediğini söyledi.
“Osmanlı şehri terk ederken bir anlaşma yapılmış. Halkın canına malına dokunulmayacak şartı ile tek bir kurşun atılmadan şehir Yunana teslim edilmiş, ama daha o gece şehirde çıkan bir yangın her şeyi yok etmiş!”

Şehir gezmemizi tamamladıktan sonra saat 20.35’te gece kalacağımız “Sun beach hotel’e” hareket ettik. Şehre 10 dakika uzakta denilen Otel Selaniğin 25–30 km dışında, trafikte yoğun olunca 40 dakikalık bir yolculuktan sonra ulaşabildik ama güzel bir hotel. Yarın Atatürk’ün doğduğu evi ziyaret, Drama üzerinde Darıova ve İskeçe var.

16 Mayıs 2009 Cumartesi

Sabah kahvaltıdan sonra 09.55’te otelden hareket ettik. Atatürk’ün evini ziyaret için T.C konsolosluk binasının önünde ilk sırada biz vardık. Konsolosluk binasının avlusundan çok güzel çiçeklerin olduğu temiz ve düzenli bir bahçeden geçerek özel görevli bir rehberin anlatımıyla evi ziyaret ettik Fotoğraflar ve filimler çekildi. Ankara Lozan Mübadilleri Derneği olarak anı defteri yazıldı. Büyük bir heyecan ve mutluluk yaşandı.


11.15’te Atatürk’ün evinden ayrıldık, şehirde tur ve kahve molası. Yollarda yürüyerek dolaştık. Venizolos heykeli, büyük bir park, Aristotales heykeli, limana doru yürüdük, oradan da her tarafı kafelerle dolu kordon şeridinden yürüyerek Beyaz Kulenin önünde buluştuk. Bazı arkadaşlar 97 basamaklı kuleye çıktı. Duvar kalınlığı 3 metreye yakın.

Beyaz kule önünden 12.50’de hareketle saat 13.15’te Selanik’ten çıkıyoruz. Drama: 60 km yazıyor tabelada. Yolda geniş bir nehir ve güzel bir ovadan geçiyoruz, halk meyvecilik, bağcılık ve bahçecilikle geçiniyor herhalde, çok güzel bağlar görüyoruz.

14.30’da Drama’ya geliyoruz. Gelişigüzel imar yapılmış bir yer, serbest stilde yapılı binalar renkli cepheler var. Binaların altında çok sayıda cafe’ler açılmış, halk heryerde soğuk kahve “frape” içiyor. Çıkışta yol “Xanti” (İskeçe) ve “Kavala” diye ikiye ayrılıyor. Ksanti yoluna saptık, Nikoporos’a doğru bir benzinlikte 10 dakika mola verdik.

15.15’te hareket ediyoruz. Buğday tarlalar, arasında ovadan dağlara doğru gidiyoruz. Yolun her iki tarafında yüksek dağlar arasında gittikçe daralan bir boğazda kuzeye doğru ilerliyoruz. Tren yolu ve karasu nehri bazen sağımızda, bazen de solumuzda bize eşlik ediyor. Platina, Ptelea, Polyneri, Kornofito, Paraniesti, Krini, Dafnoneos, Stavropoli yol tabelaları bir bir arkamızda kalıyor. Arkadaşımız Hasan Bey’in dedelerinin köyü “Darıova” (Kekhrokambos) son ziyaret edeceğimiz köy.

Buralardaki köyler Kozana, Selanik, Kavala yakınındaki köyler kadar modern ve güzel değil, evler biraz daha bakımsız duruyor ama harika manzaralar var. Bu köylerde zeytincilik ve hayvancılık daha çok. Arazi engebeli, yollar dar ve virajlı ama trafik yok yani araç yok denecek kadar az.

“Kekhrokambos” 8 Km tabelasından sonra Karasu “Nestos” köprüsü üzerinden geçtik. Tren yolu yukarı doğru devam etti, Karasu nehri sol tarafta aşağıda kaldı, büyük akasya, ceviz ve kestane ağaçlarının arasından ilerleyerek bir tepe üzerinde yol alıyoruz. Nihayet saat 16.20’de tepe üzerinde düzlük bir yere kurulmuş Hasan Bey’in dedelerinin köyü Darıova’ya geliyoruz. Köy meydanında birkaç kahve ve lokanta var ama iki çınar ağacı var ki belki 600–700 yıllık.
Burada Trabzon- Maçka ve Samsun-Bafra’dan gelmiş olan insanlarla karşılaşıyoruz. Türkçe bilen çok az, 2 veya 3 kişi onlarla konuşuyoruz, kemençe sesli müzikler geliyor, diğer yerlerdeki gibi sıcak karşılayan pek yok ama Samsun-Bafra’dan geldiğini söyleyen 71 yaşındaki “Anastasya” hanım bize çok yakınlık gösteriyor ve büz oradan ayrılana kadar bizimle sohbet ediyor.
Yine fotoğraflar ve videolar çekiliyor ve saat 18.30’da köyden ayrılıyoruz. Yaklaşık bir saat sonra İskeçe’de olacağız, gece orada kalıp yarın İpsala’ya doğru hareket edeceğiz.

İlk defa koyun, keçi ve inek sürülerinin otladığını görüyoruz. Atmacalı, Keçili, Şahin köy gibi Türk köyü olduğunu öğrendiğimiz gibi köyleri görüyoruz uzaktan. İskeçe'ye yaklaşıyoruz, Karasu nehrinin üstünden geçtik. Şehre girmeden duvarları sarmaşıklarla kaplı bir binanın önünde duruyoruz. Yanından temiz bir dere akıyor, hemen arkasından dağlar yükseliyor. Burası kalacağımız otel, bu gece Yunanistan’da son gecemiz olacak. Otelde biraz dinlendikten sonra İskeçe’ye gidip akşam yemeğini orada yiyeceğiz. Arabamız cami yıkılıp otopark yapılan bir yerde duruyor. Şehir çok güzel, evler renkli boyanmış, kilisede düğün var davul-zurna çalıyor. Şehrin merkezinde bir saat kulesi var, meydanın olduğu büyük bir alanı kapatmışlar, meydanı yeniden düzenleyeceklermiş. Yemekten sonra biraz dolaşıp Erovizyon finalini ve Hadise’yi izlemek için otele dönüyoruz.

17 Mayıs 2009 Pazar günü saat 09.30’da otelden ayrılıyoruz. Şehri yukarıdan yani yol gereği tepeden izliyoruz. Akşam gördüğümüz şehir şimdi daha güzel görünüyor pırıl, pırıl. Türkiye’ye haftada iki kez Metro şirketinin otobüsleri gidip geliyormuş. Kiliseler şehrin merkezine ve görünen yerlere kurulmuş. Yunanistan 13 idari bölgeden oluşuyormuş. Burası Evros-Mer bölgesi imiş ve en sakin bölge burasıymış.

Saat 10.30’da Gümülcine yakınındayız, buraya uğramadan geçiyoruz, arazi ova görünümlü, çapa yapan kadınları görüyoruz.

Saat 11:30’da Yunan Gümrüğüne girdik. Türk Gümrüğünden çıktıktan sonra İpsala - Keşan - Malkara – Tekirdağ. Burada mola verip Tekirdağ köftesi yedik ve Tekirdağı feth eden Orhan Gazi’nin heykelini gördükten sonra yola devam ediyoruz. Toki’nin 13–15 katlı binaları dikilmiş, Yunanistan’da hiç böyle yüksek bina görmediğimizi anımsıyoruz.

Saat 14.15’de girdiğimiz Tekirdağ’dan 15.30’da Ankara’ya gitmek üzere hareket ediyoruz. Duygu yüklü küçük kafilemizin yaptığı bu yolculuk Ankara’ya gelmeden sanki sona erdi.

15 kişi birlikte ancak bu kadar güzel bir seyahat edebilir ve birbirine karşı bu kadar anlayışlı olabilir. Hiç bir hoş karşılanmayacak hareket olmadan, saygılı, sevgili bir şekilde yorgunluk ve bezginlik olmadan seyahatimiz sona eriyor.

Bu geziyi düşünen, planlayan, düzenleyen, katılan herkese sonsuz sevgi ve saygılar sunuyoruz.